top of page
kum-ogretmeni-logo.png
Yazarın fotoğrafıSezer Demir

Bir Film: Küçük Gün Işığım



Herkesin tutkunu olduğu bir film türü vardır. Kimisi için kötü polisiye yoktur. Bazıları için fantastik deyince akan sular durur. Benim tutkum ise yol filmleridir. Bu tür filmlerle aramdaki ilişki ne ara tutku boyutuna ulaştı bilemiyorum, ama bugün yol hikâyesi anlatan hiçbir filme yüz çeviremez oldum. Bu yüz çevirmeme hali hiçbir zaman pek tabi “kötü polisiye” yoktur mertebesine de ulaşmadı. Bu tutku bana birçok kötü yol filmi de izletti. Olsun varsın.”Yol öğretir” denir ya, bu yol bana -kendimce- iyi yol filmiyle kötü yol filmini ayırt etmeyi öğretti. Bu hafta, bu yolda karşıma çıkan ve “ilk göz ağrısı” gibi sevdiğim bir film olan Küçük Gün Işığım/Little Miss Sunshine üzerine bir şeyler söylemeye çalışacağım.


Sarı Vosvos


Jonathan Dayton ve Valerie Faris’in ilk uzun metraj deneyimi olan “Little Miss Sunshine”, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ve “En İyi Özgün Senaryo” dalında Oscar’a uzandı. Film ayrıca 2006 yılında San Sebastian İzleyici Ödülü ve 2006 Sydney Film Festivali’nde En İyi Film – Dünya Sineması İzleyici Ödülleri’nin sahibi oldu. 26. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında sinemaseverlerle buluşan yapım ülkemizde vizyonda da kendine yer buldu.


Dağılması an meselesi bir ailenin küçük kızları Olive’i bir güzellik yarışmasına yetiştirmek için eski vosvoslarıyla Amerika’nın bir ucundan diğer ucuna yaptığı yolculuğu anlatan ‘Little Miss Sunshine’, trajediden göz yaşı devşirmeye çalışmayan bir hikaye aynı zamanda. Geliştirdiği dokuz adımlık yöntem ile nasıl “kazanan” olunacağını sürekli kaybederek anlatan baba Richard,  savaş pilotu olana kadar sessizlik yemini etmiş Nietzsche hayranı ergen ağabey Dwayne, uyuşturucu bağımlısı dede Edwin, ailesini ve evliliğini bir arada tutmaya çalışan anne Sheryl ve bütün bu hengamenin arasında güzellik kraliçesi olma hayaliyle yanıp tutuşan yedi yaşındaki küçük bir kız Olive…Ve bu “beş benzemez”e film başında dahil olan Amerika’nın en iyi Proust uzmanı olduğunu iddia eden intihara meyilli bir dayı Frank.



Ne birbiriyle ne de toplumla uyumlu bu aile, bir “hiç” uğruna yollara düşmüş kaçık sürüsüne benzese de, hikâye akışı hem onların birbirine sempati duymasını hem de bizim onlara sempati duymamızı sağlıyor. M.Arndt’ın senaryosunun gücü kadar, oyunculukların da payı büyük bu durumda.


Yollar Yollar


Katettikleri yol boyunca “kazanan – kaybeden” ikileminde savrulan ama aslında hep “kaybeden” oldukları hayat tarafından sürekli hatırlatılan bu karakterlerin bunu kabullenme yolculuğunu anlatıyor bu yol hikâyesi. Olive’in kazanmaya karşı duyduğu bu naif umut onların, yaşadıkları hayattan ve kendilerinden kaçmalarının bir şekilde gizli umudu oluyor. Rahatlıkla “marjinal” olarak tanımlanacak karakterlerine ve absürd hikayesine rağmen son derece sıcak ve sevimli bir film Küçük Gün Işığım.



Çocuk güzellik yarışmalarını açık hedef alarak sıkı bir toplumsal eleştiri yönelten film, karakterlerini de bu eleştiriden ayrı tutmuyor. Film kendinden başlayarak “kazanan-kaybeden”, “başarı-başarısızlık”, “normal-anormal” gibi kavramların kabul edilişine ve herkesi, her şeyi bireysel farklılıklarını bir kenara bırakıp bu icat edilmiş kavramlarla değerlendirilmesine sıkı bir itiraz yükseltiyor. Bu kavramlara yüklediğimiz anlamlar ile bunlara nasıl işlerlik kazandırdığımız ile ilgili problemi var filmin. Sanırım Olive’in gözlerindeki kaygıyı gördüğünüzde –eğer yoksa- sizin de bu kavramlarla sorununuz olacak.

Sevdiğimiz şeyi yapıp istediğimiz olabiliyorsak ve bunları yaparken kendimizi kandırmıyorsak, kaybetmek bize anlatılan kadar kötü bir şey değil.


Son söz büyük baba Edwin‘in olsun

“Kaybeden; kaybetmeye korkusuyla denemeye dahi cesaret edemeyendir, deneyen kişi kaybeden değildir”


Sezer DEMİR



Comments


bottom of page