Bu günceyi Kalkınma Atölyesinin "Pandemi Döneminde Öğretmen Olmak" adlı çalışmasına davet üzerine 8 Haziran 2020 tarihinde kaleme aldım. Çalışma 24 Ağustos 2020 tarihinde yayımlandı. Bu çalışmada benim dışında altı öğretmen arkadaşımın daha güncesi yer alıyor. Çalışmanın tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
“Hafıza-i beşer nisyanla maluldür.” der eskiler. Haksız da sayılmazlar. Bu hepimizin yumuşak karnıdır. Hafızamız maalesef unutmakla lanetlenmiştir. Bu lanetin önüne geçmenin en kadim yolu ise yazmaktır. Ben de, içinden geçtiğimiz bu zor günleri tarihe not düşmek ve bu süreci nasıl yaşadığımı meslektaşlarımla paylaşmak için Kalkınma Atölyesinin davetine icabet ettim ve bu çalışmaya katkı sunmaya çalıştım.
Karantina Günlüğü
Tatlı bir yorgunlukla kendimi otel odasındaki koltuğa bıraktığım ve telefonumu göz atmak için elime aldığım ânı gün gibi hatırlıyorum. Ara tatilin keyifini çıkartmak içi eşimle tüm gün Viyana sokaklarını arşınladıktan sonra güzel bir yemek yemiş, üstüne bir kahve içmiş ve otele dönmüştük. O, elini yüzünü yıkamak için lavaboya geçtiğinde, ben de gün içinde çektiğimiz fotoğraflara bakmak için telefonumu elime aldım. Bir süre fotoğrafları inceledikten sonra beğendiğim birini paylaşmak için Twitter’ı açtım ve o anda Elazığ’da yaşanan depremden haberdar oldum. Ne olup ne bittiğini anlamak için Twitter’da daha çok vakit geçirdikçe akışa depremle ilgili tweetler düştüğü kadar Covid-19 hakkında da tweetlerin düşmeye başladığını o zaman fark ettim. Salgınla ilgili Çin’den görüntüler içeren bu tweetler o kadar sansasyoneldi ki bu akışa kendimi iyice kaptırdım. Bir taraftan Viyana’yı keşfederken bir taraftan da Çin’de olup biteni anlamaya çalışıyordum. Bu nedenle Viyana’da bulunduğumuz süre boyunca Covid-19 hakkında tartışmaya açık birçok tweete maruz kaldım ve kafam iyice karıştı. Salgının ilk günlerinde paylaşılanlar yüksek bütçeli bir felaket filmini aratmıyordu. Yürürken pat diye yere düşüp nöbete giren insanlar, askeri kuvvetler tarafından boşaltılan sokaklar ve kapatılan yollar, hizmet veremez duruma gelmiş sağlık çalışanları ve hastaneler… Ben bunları izledikçe geriliyordum. Eşim ise o komplo teorisinden bu komplo teorisine koşuyor ve durumu kendince anlaşılır kılmanın yollarını arıyordu. Eşim bana o günlerde, bunu yaşayacağımızı ve bu süreçte derinden etkilenen bir mesleğin üyeleri olarak karmakarışık günler geçireceğimizi söyleseydi, ona yüksek bütçeli felaket filmlerindeki karakterlerden biri gibi cevap verirdim: “saçmalama”
Fırtına Öncesi
Viyana dönüşü elimden geldiğince Covid-19’la ilgili haberleri takip etmeye devam ettim. Bir süre sonra bu durumun sanki hep “orada bir salgın var uzakta” kıvamında devam edeceği hissiyatına kapıldım. Oysaki ara tatil bitmeden önce virüs 24 farklı ülkede görülmüştü. Tatil sonrasında, okula kaldığım yerden devam ettim. Tüm planlarımı, dünyada her şey yolundaymış gibi çalışma takvimine uygun sürdürdüm. Sınav soruları hazırladım, yıl sonu etkinlikleri için gerekli organizasyon işlerini tamamladım; hatta ufaktan yaz tatili planı yapmaya başladım. Ben tüm bunları yaparken her geçen gün çember daralıyordu. Salgının o kadar da uzak olmadığını fark etme vaktim gelmişti. Bir akşam evde otururken eşimin dahil olduğu WhatsApp grubuna diş doktoru bir arkadaşı, çalıştığı ilde (Bolu) yedi ila sekiz kişiden oluşan bir grup İranlı tır şoförünün Covid-19 şüphesiyle müşahede altına alındığını yazdı. O anda karar verdim, ertesi gün maske ve pürel alacaktım.
Fotoğraf: Kasia Strek
Bundan sonra metrobüse maskesiz binmeyecektim. Tarihler 25 Şubat Pazartesi’yi gösteriyordu. Ben eczaneden üç beş tane medikal maske ve bir hayli el dezenfektanı alıp eve döndüm. Evde eşim, ertesi gün okulda arkadaşlarım, benimle bayağı bir dalga geçtiler. Durumu abarttığımı düşünüyorlardı. Aşağı yukarı aynı tarihlerde okulda çeşitli yerlere kişisel temizliğe dikkat edilmesini isteyen görseller asılmaya başlandı. Ders sonunda konu hakkında konuştuktan sonra öğrencilerimin olaya tepkisi ise ellerini önce kendi yüzlerine sonra da arkadaşlarının yüzüne sürmek oldu. Kısacası ne ben ne meslektaşlarım ne de öğrencilerim, üzerimize var gücüyle gelen “tanımlanmış cismin” ne olduğunu ve nelere sebep olabileceğini hala idrak edememiştik. Koşuyorduk acının, hasretin üstüne…
Bir Fırtına Tuttu Bizi
Oysaki o hafta gayet “normal” başlamıştı hayat. Öğrencilerin her kata konulan dezenfektanla duş almalarını ve Covid-19 hakkında YouTube’tan duydukları binbir çeşit komplo teorisini sınıfa anlatma iştahını saymazsak şimdilik her şey “normal”di. Derslere girip çıkıyor, sınavlarımızı yapıyorduk. Sonra günlerden bir gün, yağmur sonrası birden ortaya çıkan salyangozlar gibi Covid-19 da ülkemizde “bir anda” ortaya çıktı. Bu haberin üstünden çok geçmeden Nisan ara tatilinin öne çekildiği haberini aldık. Tüm bu haberleri aldığımız hafta ise bölüme tam bir karmaşa hakimdi. Hiçbirimiz bundan sonra önümüze çıkacak şeylere hazırlıklı değildik. Bu iş uzayacak gibi duruyordu. Bu nedenle yapabileceğimiz en iyi şeyi yaptık -en azından biz öyle sandık- ve önce harici disklerimize ihtiyacımız olabilecek tüm içeriklerimizi kopyaladık. O haftayı gitgide azalan sınıf mevcutlarıyla tamamladık. 13 Mart Cuma günü son saat dersim vardı ve sınıfımda sadece beş öğrenci bulunuyordu. Endişeliydim, şaşkındım. Sanırım o hafta boyunca hepimiz, kafasına düşen kayayı gören Coyote gibi çaresizce birbirimize baktık ve her şey “normal”miş gibi davranmaya devam ettik. Çünkü şunu iyi biliyorduk: Bir kriz anında, bir yetişkin, hele de bir öğretmen olarak kontrolünüzü yitirirseniz ya da bunu biraz olsun öğrencilerinize hissettirirseniz sonrasında ipin ucunu yakalama şansınız sıfır. Bu nedenle gerçeği reddetmeden ama bu gerçeğin getirdikleriyle ve sonuçlarıyla ne yapacağını da bilmeden, o haftayı bir şekilde bitirdim. Tatile çıktım, en azından ben öyle sanıyordum. Meslek yaşantımın en “tatil” gibi olmayan “tatil”iydi. Evet, artık sabah 06.30’da uyanmıyor, ödev kontrol etmiyor ya da çalışma kağıtlarına geri bildirim yazmıyordum ama durmadan WhatsApp grubu üzerinden yazışıyor, bir Google Meet’ten, bir Hangouts’tan, bir Zoom’dan gelen görüşme davetlerini takvimime işliyordum. İşin ilginç olan diğer bir tarafı ise bu görüşmelerin bitiş saati neredeyse 00.00’ı buluyordu.
Fotoğraf: Alex Majol / Magnum Photos
Bir anda sabah vardiyasından gece vardiyasına geçen işçi gibi gecem gündüzüm şaşmıştı ama ne derler bilirsiniz: “En çok uyum sağlayan hayatta kalır”. Ben de bu sürece hızlıca uyum sağladım, en azından öyle sandım. “Tatil” gibi olmayan “tatil”de yapılan görüşmeler ve yazışmalar bir nihayete erdi. Senkron dersler için gerekli hazırlıkları yapmak için ilk hafta uygulamasının asenkron uzaktan eğitim olmasına karar verildi. Tatil bitmeden hızlıca bir haftalık asenkron ders planımızı hazırladık. Tatilden sonraki ilk haftada ise senkron ders hazırlıklarına ağırlık verdik. Defalarca Zoom üzerinden toplandık. Bu toplantılar aracılığıyla hem plan yaptık hem Zoom’u iyice keşfettik hem de senkron derslerde kullanabileceğimiz uygulamalarda içerikler hazırladık ya da bu sırada keşfettiğimiz yeni uygulamaları birbirimize anlattık. Sanki üniversitede “öğretim yöntem ve teknikleri” ya da “materyal geliştirme” derslerine sunum hazırlayan üniversite öğrencileri gibiydik. Biraz heyecanlı, bolca endişeli. Aklımızda tek bir soru: “Acaba her şey planladığımız gibi gidecek mi?”
Heyecanlı Günler
Sanırım bu döneme yıllar sonra dönüp baktığımda hep gülerek hatırlayacağım günler, senkron derslere başladığımız ilk hafta olacak. Mesleki tecrübesi ne olursa olsun, bölümdeki tüm arkadaşlarımda inanılmaz bir heyecan vardı, tabii bende de. İlk dersi atlattıktan sonra WhatsApp yazışmalarından herkesin benzer bir his duyduğunu fark etmiştim. Hepimiz, sınıfa ilk adım attığımız gün gibi acemi heyecanıyla Zoom’a girmiş ve aynı heyecanla dersimizi yapmıştık. Senkron dersleri sürdürdüğümüz ilk hafta bittiğinde, bir şeyleri “doğru” yapmanın verdiği hisle uzun bir aradan sonra hakiki bir hafta sonu yaşamış, aklımda soru işareti, omuzlarında bir gerginlik hissetmeden güzelce dinlenmiştim.
Fotoğraf: UNICEF
Nisan ortasına yaklaştığımızda senkron-asenkron ders planlarımız rayına oturmuş, iş bölümümüz sayesinde işlerimiz neredeyse kusursuz işleyen bir hale dönüşmüştü. Sanki hep “uzaktan eğitimci”ydik. Bu günlerin bir güzel tarafı da sosyal medyaki webinar, canlı yayın, uzaktan eğitim araçları hakkında hazırlanmış derleme içeriklerdi. Bunlara ulaşmak çok kolay, ihtiyacına göre kullanmak ise keyifliydi. Paylaşmanın güzelliği, mesleki yönden kendimi daha güvende hissetmemi sağlamasıydı. Tabii bu güvenin verdiği güzel his çok uzun sürmedi. Artan vaka sayısı ve ölümler nedeniyle sokağa çıkma yasakları kapımıza dayanmıştı.
Endişeli Günler
Toplumu derinden etkileyen bir yaşantının sınıfa yansımaması söz konusu değildir. Evde, sokakta ne oluyor ya da konuşuluyorsa öğrencilerin zihnine ve diline de aynı şey hakim olur. Artan vaka ve ölüm sayıları nedeniyle 18 yaş altı için uygulanmaya başlayan sokağa çıkma yasağının etkilerini öğrencilerimde görmeye başlamıştım. Gün geçtikçe gerginlikleri artı, kendilerini organize etme becerileri azaldı. Daha az konuşur ve güler oldular. Yaptığım esprilere -kötü olsa bile- dersi kaynatma iştahıyla hemen katılan öğrencilerim, artık bu alışkanlıklarından da uzaklaşmaya başlamıştı. Sürecin onları sosyal duygusal açıdan zorladığını görmek çok üzücüydü. Okul rehberlik servisinin öğrencilere verdiği destek ve bize verdiği ipuçları sayesinde bir şekilde bu süreci yönettik. Havaların da güzelleşmeye başlamasıyla bu depresif hal biraz olsun dağıldı fakat artık hepimiz şunu görmeye başlamıştık: Bu hal geçici değildi. Bu bizim “yeni normal”imizdi. Bizi bekleyen “yeni normal”in ortaya çıkmasıyla birlikte akademik kaygılar da hissetmeye başladım. Öğrencilerimi bir sonraki yıla eksiksiz hazırlamalıyım çünkü gelecek sene onların sınav yılı. Bu nedenle ödev takibini sıklaştırmalı ve geri bildirim sürecini her zamanki gibi sürdürmeliydim. Bir yandan da öğrencilerimin içinde bulundukları sosyal duygusal durumu göz önünde bulundurmalıydım. Vereceğim geri bildirimler bir taraftan onların kendini organize etme becerilerine ve akademik ilerleyişine destek olmalı, diğer taraftan da sosyal duygusal durumlarını olumsuz etkilememeliydi. Bu, sanırım bu süreçte en zorlandığım andı. Kendimi tam bir cenderede hissettim. Aslında bir taraftan hala aynı şeyi hissediyorum çünkü uzaktan eğitim hala devam ediyor ve ben bir şekilde onları öğrenme süreçleri hakkında bilgilendirmekle sorumluyum. Bunun yanında, salgın hala devam ediyor ve doğal olarak etkileri de… Tabii bu süreçte benim için ebeveynleri bilgilendirme sıklığı, zamanlaması ve biçimi de başka bir endişe kaynağıydı. Normal şartlar altında yüz yüze ya da telefonla yapılan görüşmeler sadece yazılı mecraya kayınca doğal olarak yönetilmesi zor bir hal aldı. Yine de yetişkinler arası bir ilişki olduğu için bu iletişimi öğrencilerle olduğundan daha az endişe duyarak sürdürdüğümü söyleyebilirim.
Sıkıntılı Günler
Her yıl eğitim ve öğretim yılı başında çalışma takvimini hazırlarken yıl sonundaki büyük etkinliklerden birini seçer ve şöyle derim: Bu etkinlikten yüzümün akıyla çıkarsam bu yılı da sağ salim bitirdim diyebilirim. Bu yıl bu etkinliklerin hiçbiri olmadı. Bu yılı sağ salim bitirdim, diyebilmem için 19 Haziran günü yapacağım son senkron dersi beklemem lazım. Bu durum gerçekten beni zorluyor. Tabii bu sadece beni değil, öğrencilerimi de zorluyor. Onlar da daha önce deneyimlemedikleri bir okul kapanış dönemi yaşıyor. Yıl sonu deneme sınavları yok, not hesaplama yok, sahne sunumları yok, karne heyecanı yok. Kısacası okul kapanış sürecini keyifli ve çekilir kılan hiçbir şey yok. Bu, öğrencilerime de bana da çok sıkıntı veriyor. Evet, yıl sonu her zaman öğretmenler için zor bir dönemdir çünkü akademik işleyiş sona ermiş, yaz iyice etkisini hissettirmiş ve öğrenciler mental olarak tatile girmiştir. Biz bu dönemi en iyi şekilde değerlendirmek için kültürel ve sanatsal etkinliklere ağırlık verir, öğrenciler okula geldikleri sürece onların motivasyonlarını yüksek tutmalarını sağlarız fakat bu dönem bunların hiçbirini istediğimiz gibi yapamadık. Tüm bunların verdiği eksiklik, sürecin belirsizliğinden kaynaklanan gerginlikle birleşince artık herkese ve bana tek bir şey hissettiriyor: Sıkıntı. Tek dileğim, bu eğitim ve öğretim dönemini tüm meslektaşlarımla birlikte sağlıklı bir şekilde, yüzümün akıyla tamamlamak.
Sonsöz
Cemil Meriç “Acılar hatıralaşınca güzelleşir.” der. Bu dönem sona erdiğinde ve bir anı olarak belleğimdeki yerini aldığında ne kadar güzelleşecek, onu ön göremiyorum ama şunu iyi biliyorum: Geri dönüp baktığımda “Ters ayakta kalan kaleci gibi bu sürece yakalandık ama buna rağmen kalemizde gol görmedik” diyeceğime eminim. Ben ve öğretmen arkadaşlarım büyük bir gayretle, elimizdeki imkanlar dahilinde üstümüze düşeni en iyi şekilde yapmaya çalıştık. Ne kadar başarılı olduk, orası tartışılır. Son olarak bugünden o günlere bakınca aslında içinden geçtiğimiz sürece “uyum sağladım” diyemem. Sık sık farklı nedenlerden ötürü değişikliklerin yaşandığı ve ortaya çıkan yeni durumlara uyum sağlamaya çalıştığım bir dönem geçirdiğimi söyleyebilirim. Ezcümle, sevgili Turgut Uyar’ın izinde “efendim, acemilik” diyerek yolumu bulmaya çalıştım.
Sezer DEMİR
@szrdmr / @kumogretmeni
szr3dmr@gmail.com / kumogretmeni@gmail.com
Comentários